30 Haziran 2011 Perşembe

Neden

Neden?

Bence bu soru insanoğlunun sahip olduğu tek ve en eski sorudur.
Kadim zamanlardan beri insanoğlunun zihninini meşgul etmiştir.
Neden “neden varız” sorusunu sorarız, sadece meraktan mı, o halde merak neden?
Neden sorusuna, belki insanın hayvan iken insan olmasına sebep olan soru da diyebiliriz.
Sadece sorulan bu soru değildir elbet, bütün sorular bu sorunun ardından gelir.
Bu sorulardan çoğu “neden” sorusunu yanıtlamak içindir.
Soruyu yanıtlamak için soru sormak etkili bir yöntemdir.
Neden olduğunu bilmiyor isek nasılını öğrendiğimizde neden sorusuna yanıt verilebilir.
İşte bu nasıl sorusunun cevaplarına göre “neden” sorusu göreceli olarak yanıtlanabilir.
Ben, kendi kendime neden sorusunu sorup, nasıllığı açıklanmış olgu veya olgular üzerinden gideceğim.

Ben neden varım?
Bir şeyi açıklamaya çalıştığınızda, ortaya koyduğunuz yargıya ya kanıt ararsanız ya da ortaya bir yargı koymadan evvel mevcut kanıtlar sizi o yargıya ulaştırır.
Bu bağlamda mevcut kanıt benim, herkesin kendisidir, herkes kendi üzerinden bir sonuca oluşabilir.
Ben neden varım:Ya olasılıklıların sonucu olarak ya da bu olasılıklar arasından yapılan bilinçi bir seçimin iradesi olarak varım.
Konuya bu iki ihtimalden başka ihtimaller de eklenir ama o ihtimaller burada bahsettiğim ihtimallere indirgenebilir olduğunu düşündüğümden gereksiz buluyorum.

Ben neden varım?
-Sen bir olasılık ürünüsün, yani tesadüfen varsın, olmayabilirdin de..
Peki ben neden, neden varım sorusunu soruyorum?
-Seni var eden olasılıkların bir sonucu olarak bu soruyu sorma kabiliyeti kazanmış olmandan dolayı soruyorsun.
Yani bu, buraya yazacağım her cümlenin ve sorunun tesadüfen seçilmiş olduğu anlamına mı geliyor?
-Olasılıklar sonucu kazandığın yeteneğinle olası soru ve cümleler arasından seçim yapıyorsun.
Neye göre seçim yapıyorum?
-Olasılıklar sonucu kazandığın yeteneğinle olası soru ve cümleler arasından “ben neden varım” sorusuna cevap olabilecek olası cevapların hangisinin doğru olduğunu bulmak seçim yapıyorsun.
Evet, olasılıklar sonucu kazandığın yeteneğimle doğru cevabı bulma amacına yönelik olası soru ve cümleleler arasından seçim yapıyorum.
Bu noktada olasılıklar arasından bir amaca yönelik seçim yapmış olmam, buraya yazdığım soru ve cümlelerin tesadüf olmadığını gösterir.
Örneğin bu cümlede ki 1. harfin -Ö- 7. harfin -n- olma olasılığı yüzde yüzdür, çünkü cümle benim seçimim sonucu vardır.

Peki benim yukarıda ki cümleyi kurmama sebep olan nedir?
Ben neden varım sorusunu sormamdır.
Ben olmasaydım burada bu soruyu soramazdım, o halde benim olmama sebep olan nedir?
Bundan sonra maddi varlığım üzerinden 1. dereceden sebepler üzerinden sırayla gideceğim.
Benim olmama sebep annem-babamdır, onların olmasına sebep ise ninem-dedemdir.
Bu method ile eşeyli üreme yapabilecek ilk iki insana kadar gidebilir, burada bu yazıyı okuyabilen herkes ve insan olan herkezin varlık sebeplerini bu iki insana indirgeyebiliriz.
Yani o iki insanın var olması, burada benim yazmama bir sebep teşkil eder.
Olmayabilirlerdi, bende burada olmayabilirdim gibi bir olasılıktan kimse söz edemez, yukarıda yaptığım indirgemeden dolayı bu sözü söyleyecek kimse olamaz.
Yani ben burada yazıyorsam o ilk iki insan da olmak zorunda, olmamaları ihtimali yok.

Peki o iki ilk insanın var olmalarının sebepleri nelerdir?
Tabi ki kendinden önceki sebeplerin toplamının oluşturduğu bir sebepten dolayı vardırlar.
Birinci dereceden ilk neden üzerinden gittiğimize göre o ilk iki insanın olmasının sebebi ilk canlıdır.
İlk canlının var olmasının sebebi de uygun atomların uygun zaman ve şartlarda uygun yerde olmasıdır.
Şöyle diyebiliriz; ilk canlının var olmasının ilk sebebi atomların var olmasından dolayıdır.
Yüksek oranda indirgemeler yapıyorum olduğumun farkındayım.
Yani şöyle denilebilir; evrende herşey atomlardan oluşuyor, neden başka yerlerde canlı yok?
Olup-olmadığını bilmiyoruz ama olduğunu bilene kadar yok kabul etmek daha rasyonel bir tutum herhalde, ama eğer varsa da onlarında sebebi atomlardır.

Birinci dereceden sebeplerden üzerinden gitmek yolumuzu kısaltır, örneğin atomlar olmasa idi evrende olmazdı, dünya da ve biz de olmazdık..
Veya genel bir itiraz ile, varlığına sebep olan n tane olasılığın sonucu, yani tesadüf olarak varsın, olmayabilirdin de denilebilir.
Hayır.Ben düşünüyorsam,varsam ve burada amacıma uygun cümleler ile seçim yaparak yazıyorsam olmama ihtimal yok.
Olmama ihtimalimin varlığı ancak ben olmadığım zaman vardır, ben var isem böyle bir ihtimal yoktur.
Yazının başında olasılıklar üzerinden değil de olmuş olan olgular üzerinden gideceğimi söylemiştim.
Buraya kadar atomun varlığının benim olmama birinci dereceden sebep olduğunu sanırım anlatabildim.
Peki atomun olmasının ilk sebebi nedir?

Burada bir es vererek ve ilk maddi sebepleri bırakarak kendi kendime zıd bir fikir denemesi yapayım.
Evrenin ve atomun var olma sebebi benim diyebilirmiyim?
Belki evet diyebilirim, ben olmasaydım atomda olmazdı, atom olmasaydı ben de olmazdım.
Fakat burada ters bir döngü var, ben yok iken atom vardı, öyle ise ben atomun var olmasına sebep olamam.
Ancak döngüyü tekrar ters çevirmem lazım; sadece atom olsaydı, ben de olmayacaktım, kimse atomun varlığından söz edemeyecekti.
Kim atom var veya yok diye idda edebilecekti?
Yeniden ters dönelim; bundan 500? bin sene evvel atomdan söz edenin olmaması atomun olmadığını gösterir mi?
Hayır göstermez fakat 500? bin sene evvel atomun olması gerektiğini var olan biz söylüyoruz.
Peki 500 milyar yıl evvel atom varmıydı?Yoktu.Ne vardı?
Ne varsa atomun, bizim, her şeyin olmasına sebep olan şey o.

Olmama ihtimalimiz varmıydı?
Eğer böyle bir ihtimal varsa ne bu yazının ne de okuyucularının olmaması gerekirdi..
Cansızdan canlı çıkma ihtimali kaçınılmaz..Belki de çıkmama ihtimali hiç yok..
O ya da bu şekilde evrenin kendi gözlemcilerini yaratması kaçınılmaz, yani tesadüf değil.
Tıpkı bu yazının 1. cümlesinin 1. harfinin, ….. 5. cümlesinin 5. harfinin tesadüf olmadığı gibi..
Evrende tesadüf ile açıklanamayacak milyarlarca ayar mevcut bence..

Tanrı Zar Atar

Bu makaleye olabilecek en uygun başlığı dünyaca tanınan ve takdir edilen bir sitolog ve biyokimyacı olan Christian René de Duve’un bir veciz söz ile yaptık. İlk duyulduğunda ezber bozan ve alışılagelmişin dışında bir içeriği olduğu anlaşılan bir iddia. Bilindik ezberlere meydan okuyan bu başlık altında olasılık ve tasarıma dair bir düşünce egzersizine başlayalım.

Einstein, ”tanrı zar atmaz” cümlesini söylediğinde atomun içersindeki hareketlerin rassal olamayacağını düşündüğü içindi, evrendeki düzeni açıklamak için mantıklı bir cümle ile kendine ait düşüncesini açıklamıştı. Oysa mantıkla hareket ederek bir sonuç çıkarımında bulunmak genelde zayıf sonuçlar ve aptallığa indirgemekle nihayetlenen bir kolaycılığa götürür. Gerçekten akıl edebilen insanların sadece mantıkla değil muhakemelerini de kullanarak evreni anlamaya çalıştıklarını görürüz. İşte bu tür bir muhakemeyi Christian René de Duve evrendeki düzeni açıklarken kullandığını görüyoruz. İlk bakışta Einstein’ın ünlü veciz sözün tam karşıtı gibi algılanabilecek bu veciz söz aslında düzen düşüncesinin teleolojik olarak farklı bir iz düşümünden ibaretti;

Tanrı zar atar, çünkü kazanacağına emindir…

Şimdi de olasılıkları tasarım argümanı içersinde kavramsal olarak ele alalım. Darwinci evrim kavramını aldığımızda bunu net olarak ortaya koymak da zor. Eğer bu olguyu teleolojik bir tabana oturtmaya çalışırsak, çerçevemizi evrensel evrimi de içine alacak şekilde genişletmemiz gerekiyor. Çünkü evrimin, daha doğrusu abiyogenez temelli biyolojik evrimin asıl aktörü rassal tabir edilen değişmelerdir. Bunlar için birbirinden farklı nesneller gerekiyor. Elementer parçacıkları bir kenara bırakırsak, bu değişimi, daha doğrusu değişimde yapılanmayı sağlayacak nesneler atomlardır. Bu sebeple eğer rassal biyolojik evrim içine bir ereksellik arayacaksak, onu ortaya çıkaran materyalin ortaya holistik olarak konulduğunu gösterebilmemiz gerekir. Bu noktaya söylediklerimi şöyle bir örnekle bağlayayım:

Bir saatin, saat olabilmesi için birçok parçaya ihtiyacı vardır. Saat, saat olmadan önce, eğer saate bir tasarım ürünü diyebiliyorsak veya bir tasarım ürünü ise, o saati oluşturan herhangi bir parçada bir tasarım ürünü olmak zorundadır. Çünkü ilgili parçalar tasarlandığı için bir saat oluşabiliyor. Aslında bu noktada J. Behe‘nin bakteri kamçısı örneği ile analojik bir paralellik kurulabilirse bile ben bunu biraz daha ileri götürüyorum. Yani saati oluşturacak parçaların olasılık olarak ilgili şekilde olduğunu düşünsek de eğer o parçaların bir araya gelme ihtimali var ise, saat kesinlikle ortaya çıkacaktır. En son söyleyeceğimi şimdi söylememde bir mahsur yok;

Tasarımcının metodu olasılıktır…

Bu noktaya kadar söylediklerimi test etmek için şöyle bir soru soralım, madem tasarımcının metodu olasılıksal o halde bir tasarımcıya neden gereksinim duyulsun? Olasılıksal şeklide tabir ettiğim durumu teknik olarak tarif etmek yerine yine bir analojiden yararlanayım, bir deste iskambil kâğıdı analojisi;

Bir deste iskambil kâğıdında 52 adet değişik kağıt vardır. Bu şu demektir, deste içinden çekeceğimiz bir kâğıdın bizim çektiğimiz kâğıt olma olasılığı 1/52, bir başka deyişle 52 de 1 dir. Deste içindeki kâğıtların tıpkı doğadaki atomların birbirleri ile bağ oluşturma özelliği gibi birbirleri ile dizgesel bir bağ oluşturma özellikleri vardır. Örneğin 1 den 10 kadar sıralı bir sistem oluşturabilmeleri gibi. Bu analojiyi biraz daha ileri götürüp şöyle diyelim, deste içindeki 1 sayılı kağıtlar ilk canlı veya ilk hücre, 1 den 10 kadar birbiri ile sıralı dizge oluşturan seri de biz, yani insan olalım.1 den 10 kadar sıralı bir seriyi desteden rastgele kağıt çekerek oluşturamaz mıyız? Oluşmaması gibi bir seçenek yoktur, kesinlikle oluşacaktır. Burada Darwinci evrimin slogan cümlesini hatırlayalım; yeterli süre verildiğinde canlı kesinlikle oluşacaktır.

Yukarıda eğer bir bütünün holistik olduğunu söylüyor ya da söyleyebiliyorsak, o bütünü oluşturan parçalarında bir tasarım ürünü olmasının zorunlu olduğunu söylemiştim. Şu halde bir hücrenin daha da ileriye gidersek hücreyi oluşturan atomların da bir tasarım ürünü olması gerekir. Bu noktada detaylara girmek farklı bir disiplin alanına yani fiziğe girmek gerektirir. Ama evrensel evrim düsturundan hareketle bu olasılık metodunu burada da, çok genel olmak koşuluyla uygulayabiliriz.

Bunun için Standart Model olarak bilinen, kısaca başlangıcı Büyük Patlamalı veya Büyük Genişlemeli evren modelini esas alacağım. Bunun sebebi, bu modelin geçerli ve ispatlanmış model olması. Tabi tabiri caiz ise bu modelin bir takım yarabantları var ama bu, bu modeli gerçeklerden uzaklaştırmıyor. Bu modele göre evren 14-15 (?) milyar yıl önce bir patlama daha doğrusu bir genişleme ile oluştu. Bu patlamanın oluşma nedeni ise, vakum (hiçlik) denilen fiziksel boşlukta ki boş değil, kuantum düzeyindeki enerji dalgalanmalarıdır. Bu konunun özelinde detaya girmek, kurmak istediğimiz analojiyi çok uzatacağından ayrıntılara girmiyorum. Burada üzerinde durulması gereken olay, yaşadığımız evrenin belli bir süre önce ortaya çıkmış olmasıdır.

Şimdi tekrar iskambil destemize dönelim. Herhangi bir kâğıdı yaşadığımız evren varsayalım. Bu kâğıdın çekilme, yani evrenin oluşma ihtimali ihtimali 1/52 dir. O ihtimalin gerçekleşmesi için kâğıt çekmemiz, kâğıt çekerken de belli bir sürenin geçmesi gerekir. Şimdi destemizdeki kâğıt sayısını iki katına çıkaralım, yani kâğıt sayısını 104 yapalım. Evren varsaydığımız kâğıdın gelme olasılığı 1/104 dür. Kâğıt sayısını arttıralım ve buna sonsuz diyelim. Peki, şimdi ihtimalimiz ne oldu? Çok basit, 1/sonsuz veya sonsuzda 1 ihtimal. Bunun felsefi yorumu çok genel olarak iki türlü yapılabilir; ya sonsuz sayıda evren ya da olasıksal tasarlanmış evren. Sonsuz sayıda evrenlerin nesnel hiç bir göstergesi olmadığına göre içinde yaşadığımız evreni holistik kabul etmemiz gerekir. Bu analojiyi soyutsal kozmik alanda uzatmak mümkün ama amacım, canlıyı meydana getirecek atomların da bir tasarım ürünü olduğunu ortaya koymaktı.

Peki, atomlar hangi maksatla ortaya çıkmış diye bir soru soracak olursak kronolojik sıra ile şöyle gidebiliriz; yıldızlar, gezegenler, sistemler, canlılar ve evreni gözlemleyen canlılar, yani biz insanlar. Yani evren, biyolojik evrimi, biyolojik evrim de kendini gözlemleyen canlıları ortaya çıkarmak için ortaya çıkarıldı. Bu noktada antropolojik yani insancıl ilke düşüncesine giriyoruz. Bu ilke çeşitli yönleri ile tartışılabilir ama bu asıl konumuz, tasarım metodumuz olan olasılık kavramından uzaklaşmamıza neden olur. Bu yüzden ben, bu konudaki düşüncelerimi, bu metotla yakından alakalı entropi kavramı ile entropi kavramını da enformasyon teorisi ilişkilendireceğim. Tanımlamalar için hazır, basit açıklamalardan yararlanayım;

Termodinamikte, istatistiksel mekanikte ve enformasyon teorisinde kullanılan temel bir kavram olan entropi ilk olarak termodinamiğin 2. yasasında ortaya çıkmıştır;

1. yasa evrendeki toplam enerjinin sabit olduğunu ve enerjinin yok edilemeyeceğini söyler. Diğer bir tanımlama ile enerjinin korunumu yasası olarak da bilinir. Bu yasaya göre enerji değişik formlarda bulunabilir ve bu enerji çeşitleri yine birbirlerine dönüştürülebilir. Birçok enerji formu kayıpsız olarak ısı enerjisine dönüşürken, ısı enerjisinin dışarıdan destek olmaksızın, örneğin mekanik enerjiye kayıpsız olarak dönüşümü mümkün değildir. Kayıpsız olarak enerji dönüşümü geri dönüşümlü (tersinir) süreç olarak adlandırılır. Isı enerjisi, sıcaklığı yüksek olan cisimlerden düşük olanlara doğru akar. Bu süreç geri dönüşümsüzdür (tersinmez).Bir başka deyişle dışarıdan yardım olmadan düşük sıcaklıktaki cisimden yüksek sıcaklıktaki cisme ısı aktarmak mümkün olmaz ve de ısı enerjisinin diğer enerji formlarına dönüşümü %100 olamaz.

2. yasaya göre tüm doğal ve teknik enerji dönüşüm süreçleri geri dönüşümsüzdür ve bu süreçlerin yönü hep olasılığı yüksek olan duruma doğrudur. Enerji farklarının azaldığı ve ortadan kalktığı durum olası durumdur.

Termodinamiğin 2. yasası, fiziğe geri dönüşümsüz olaylar düşüncesini getirmiştir. Bu kanuna göre fiziksel olgularda geri döndürülemez belirli bir eğilim vardır.

Örneğin, bir bardak sıcak çay etrafına ısı vererek soğur ve hiç bir zaman çayımız verdiği ısıya kendiliğinden toplayıp eski haline gelmez. Yukarıdan serbest bırakılan bir top yerden sekip bırakıldığı yüksekliğe kadar çıkmayı başaramaz. Bir pervane ne kadar hızlı çevrilirse çevrilsin, çevirme işlemini bıraktıktan bir müddet sonra durur ve hiç bir zaman da sürtünmeye harcadığı enerjisini toparlayıp tekrar dönmeye başlamaz. Bir odaya sıkılan parfüm ilk önce yakın çevresi tarafından hissedilir, bir süre sonra karşı köşedeki kişi bile kokuyu alır, ama daha sonra koku gittikçe etkisini kaybeder ve parfüm zerrecikleri atmosferde dağılıp gider, geri dönüşsüz evrensel eğilimin etkisinde bir harekete mecbur kalır. Bütün bu sayılan süreçlerin ortak yanı; belirli bir doğrultuda, düzenden düzensizliğe, bütünden yayılmaya, kullanılır olabilirlikten kullanılamazlığa doğru yol almalarıdır.

19. yüzyılda ilk kez R.Clausius bu evrensel eğilime entropi ismini vererek matematiksel bir ifadesini oluşturmayı başarmıştır. 2. yasa, kısaca entropi artışı olarak özetlenebilir. Bütün varlıkların, eninde sonunda entropisi artmaktadır. Evrendeki olayların tümü yukarıda saydığımız gibi geri dönüşümlü olmayan olaylardır. Güneş bir bardak sıcak çay gibi ısısını tüketmektedir. İçinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi ve diğer galaksiler bir odaya sıkılan parfümün zerrecikleri gibi birbirlerinden hızla uzaklaşmaktadır. Fiziğe göre doğa, gelişi güzelliği, ısıl eşitliği ve organizasyonun olmadığı, bileşenlerin birbirine karıştığı bir tek düzeliği, düzensizliği veya kaosu tercih eder. Böylelikle istatistiksel fizik dediğimiz bir disiplin oluşur.

İstatistiksel fizikte entropi kavramının gelişimi ona yeni anlamlar kazandırmıştır.Buna göre entropi artık sadece enerjinin tüketimi esnasında kalitesinin düşmesinin bir ölçüsü değildir.İstatistiksel fizikte entropi aynı zamanda, sistemlerin düzenliliği (organize olmuşluğu) ile ilgili bir ölçü olmuştur.

Buna göre doğal süreçler, termodinamik olarak meydana gelme olasılığı daha yüksek olan durumu tercih ederler. Sadece ısı değil, aynı zamanda örneğin havayı oluşturan oksijen, karbon dioksit, azot gibi moleküller de mekân içinde homojen bir biçimde birbirine karışırlar. Herhangi bir bileşeninin, bir dış etki olmaksızın yani kendiliğinden bir mekânın belli bir bölümünde birikmesi olasılığı son derece zayıftır ya da yok denecek kadar azdır. Bu bakış açısıyla Ludwig Boltzman İstatistiksel fizikte entropiyi, olasılık kavramını da gündeme getirerek doğal ve teknik süreçlerde geçerli olan termodinamik düzensizlik denklemini ortaya koymuş, ünlü Boltzmann bağıntısını elde etmiştir.

Bir sistemde entropinin artışıyla sistemdeki düzensizliğin artacağı (organizasyonun kaybolacağı) ve tüm doğal ve fiziksel süreçlerde tersinmezlik yüzünden düzensizlik ve karmaşanın olasılığının hep en yüksek olduğu söylenebilir. Bu noktada, temeldeki konumuz olan biyolojik evrime bir atıfta bulunmak gerekir. Biyolojik evrim, bu entropik doğal sürece bir başkaldırıdır. Doğadaki tüm olaylar, organizasyonun azalması yönünde yüksek olasılığa sahipken, birden bire olasılığı düşük olan evrim olgusu gerçekleşir ve zamana bağlı olarak azalması gereken organizasyon artar.

Bu noktada Dr. Claude Shannon’un 1948′de hazırladığı “İletişimin Matematiksel Teorisi -The Mathematical Theory of Communication” adlı kitabında anlatılan, enformasyon teorisi olarak da bilinen teorisinden yararlanabiliriz. Yazı hacmi açısından bu teoriyi kısaca şöyle tanıtabiliriz;

İletişim teorisi, entropi ve enformasyon kavramları arasında kurulan niceliksel ilişkiye dayandırılmaktadır. Bu teori, tüm enformasyonun mesajların anlamsal yönü hariç açık/kapalı, evet/hayır veya 1/0 gibi biçimlere dönüştürülebileceğini göstermektedir. Teoride gözlemci şarttır ve değişkenlerin herhangi bir sebeple değiştiğini varsayar, bunun nedenleri ile ilgilenmez. Shannon’un teorisinde enformasyon belirsizlikle eş tutulmaktadır, biraz yanlış çağrışımlar yapsa da bu tespit doğrudur.

Yani,

Enformasyon Miktarı = Başlangıçtaki belirsizlik -(eksi) Enformasyon alındıktan sonraki belirsizlik olarak ifade edilmiştir.

Bu tanımlamaya göre de entropi belli birimlerle bit, napier, desibel gibi ölçülebilen niceliksel bir büyüklük olabilmektedir. Peki, biz DNA’mızdaki enformasyonu, bilgi (knowledge) cinsinden ifade edersek ne olur veya edebilir miyiz? Burada da detaylara girmeden hemen cevabı söyleyeyim, Darwinci evrime göre edemeyiz, teleolojik bütüncül evrime göre edebiliriz. Çok basitçe nedenini şöyle açıklayabiliriz;

DNA çeşitli farklı mutajenler tarafından hasara uğrayabilir, bunun sonucunda DNA dizisi değişebilir. Buna mutasyon denir ve biyolojik evrimin en önemli mekanizmasıdır. Eğer biz bu rassal dizge kombinasyonunu sınırlı sayıda tutarsak, mutasyonlar bir süre sonra kendini tekrar edecektir. Belli süre içinde tekrar eden bir sistemin enformasyon miktarını, “knowledge” cinsinden ifade edebiliriz. Böyle olunca da rassal dediğimiz olgular bir anda teleolojik tabana oturur.

Bu söylediğimi yukarıda söylediklerim ile ilişkilendirecek olursam, 52’lik bir iskambil destesi içinden, eğer değişim kesinse, rassal bir şekilde kağıt çeksem, yeterli süre verildiğinde deste içinden çekmediğim kağıt kalmaz.52 sayısının sabit kalması bir kuralı betimler, bu betimleme de bir Tasarımcıyı gösterir. Aslında enformasyon teorisi açısından evrime bakışta kolay anlaşılabilecek bir sonuç daha çıkar. Enformasyon teorisine göre, ortaya çıkma olasılığı yüksek olayların meydana gelmesi fazla bilgi getirmemekte, aksine, olasılığı düşük olayların oluşması daha fazla bilgi gerektirmektedir. Biyolojik evrimin her safhasında olguların gerçekleşmesi için olasılığın, gerçekleşmemesi olasılığından daha az olduğu kesindir.

Yukarıda C. Shannon un enformasyonu belirsizlikle eş tuttuğunu söylemiştik. Ardından da şu cümleyi eklemiştik, ortaya çıkma olasılığı yüksek olayların meydana gelmesi fazla bilgi getirmemekte, aksine, olasılığı düşük olayların oluşması daha fazla bilgi gerektirmektedir. Bu yargıları biyolojik evrimin temeli evrensel evrim olgusu üzerinde de test edelim. Fizikçilere göre evrenin entropisi zamanla artmaktadır ancak evrenin her anındaki entropi miktarı, o an için maksimum seviyededir. Bu belirsizliğin de fazla olduğunu gösterir. Belirsizliğin fazla olması enformasyon miktarını artırır. Enformasyon miktarının yüksek olması, ortaya çıkma olasılığı düşük olan olayların, olay cinsinden daha fazla olmasını kesinleştirir. Yani başlangıçtaki belirsizlik daha sonra ortaya çıkma olasılığı düşük olan olguların kesin bir teminatıdır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta entropi miktarının maksimumda yani belirli bir seviyede tutulmasıdır. Eğer bu seviye değişse idi, ne evren ne de canlıların oluşma ihtimali olurdu.. Zaten şu anda var ve bu satırları yazıyor-okuyor olmamız, entropinin var olması ve seviyesinin en yüksek düzeyde tutuluyor olmasındandır.Yani evrenin bir sonraki ana göre entropi değeri, gelecekteki değerden küçük ve içinde bulunulan ana göre maksimum olmak zorundadır.

Entropi artırarak entropiye karşı direnmek hayatın ta kendisidir. Hayat hem entropiyi artırır, hem de entropinin bozunma etkilerini kendi içinde dengeleyerek/direnerek var olabilir. Buda ancak bilginin artırılmasıyla mümkün olur. Bir sistemin entropinin bu düzenini bozucu etkisinden ”haberli olması” ve buna karşılık gerekli düzeltici ayarlamalar yapması ile mümkün olabilmektedir.

Bilginin artırılmasıda bir öğrenme sürecidir. Geribildirimler evrimi tetikler ve evrimde enformasyonu genişleterek evrenin yıkıcı gücüne karşı hayatı var kılabilecek bir tasarım olarak hayatı ortaya koyar. Bu zorunluluk bizi bir tercihe, bir tercihte bir Tasarımcı ya götürür. Metodu evrenin en kesin yasası olan olasılık yasasını tasarlayan ve kullanan bir Tasarımcı…

Elbette bu tasarımcıdan kasıt geleneksel olarak Tanrı’dır. Bizler tasarımlar üzerinden fikir egzersizleri yaptığımız için ve bilinenden bilinmeyenlere doğru yol aldığımızı düşünerek Tasarımcı diyoruz. Bu tasarlamak eylemi elbet biz insanlar içinde geçerlidir.Tasarlayabildiğimiz için bu yetkinliğimizin kökenini arayabiliyoruz.

İşte tamda bu sebeple evreni anlamak ve anlamlandırmak gayretimiz var. Fakat bilimin görevi ortaya çıkarabildiği süreçlerin sonunda , bu sonuçları bir felsefi düşünce ile kutsamak ya da sonuçlarla bir başka düşünceyi/inancı yanlışlamak olamaz. Bu anlayış bize göre hem inanç akidelerinin bilinemezliğine (gayb) hemde bilimin tüm insanlığa hitap etmesini gerektiren nesnelliğine terstir. Bilim sadece varabildiği yerde olası en iyi açıklamaya doğru bize yol gösterir. Buradaki açıklamalarımız var oluşu anlama gayreti ile yol alan düşünürlere bir yardımdan ibarettir. Bu çıkarımları aynen paylaşılmasını ne bekliyor ne de talep ediyoruz.

Bu nedenle Tasarımcı derken herşeyi tasarlayan tasarımlara ve tasarımların ortaya çıkması için gerekli olan süreçlere şekil veren bir Tanrı kastedilmektedir. Bunun dışındaki tasarımcı kavramının içeriğine yapılan herhangi bir gönderim doğrudan o gönderimi yapanı/yapanları bağlar..

Evrenin Zarafeti

-Bu yazı Tübitak Yayınlarından çıkan, Evrenin Zarafeti-Brian Greene adlı kitaptan sadeleştirilerek alınmıştır-

Bir şey keşfetmenin insanın yeni bir şey görmesi değil de bakışını biçimlendirmesi demek olduğu söylenir.
Fizikçiler, yarım yüzyılı aşkın bir süredir -tarihteki en büyük bi­limsel başarıların tam ortasındayken bile- ufukta kara bir bulutun toplandığını içten içe biliyorlardı.
Buna ört bas etmek demek fazla ağır olur.
Soruna modern fiziğin dayandığı iki temel kaideden yola çıkarak yaklaşmakta fayda var.
Biri Albert Einstein’ın, evreni en geniş ölçeklerde -yıldızları, galaksileri, galaksi kümelerini- anlamaya yönelik kuramsal bir çerçeve sunan genel görelilik kuramıdır.
Diğeriyse evreni en küçük ölçeklerde, moleküller, atomlar ile daha derin­lere inip elektronlar ve kuarklar gibi atomaltı parçacıklar düze­yinde kavramaya yönelik kuramsal bir çerçeve sunan kuantum mekaniğidir.
Yıllar süren araştırmalar sonucu, fizikçiler her iki kuramın da öngörülerinin hemen hepsini neredeyse akıl almaz bir doğrulukla deneysel olarak doğrulamış bulunuyor.
Fakat kaçınılmaz bir biçimde bu kuramsal araçlar, rahatsız edici başka bir sonuca da yol açtı:

Halihazırda formüle edildikleri biçimiyle genel görelilik ile kuantum mekaniği aynı anda doğru olamaz.
Geçen yüzyıl içinde fizikte kaydedilen muazzam ilerlemenin -göklerin genişlemesini ve maddenin temel yapısını açıklayan ilerlemenin- temelinde yatan bu iki kuram birbirine uymaz.
Bu feci karşıtlığı önceden incelemediyseniz, neden böyle diye merak ediyor olabilirsiniz.
Cevap pek de zor değil.
En uç durumlar hariç, fizikçiler ya küçük ve hafif (atomlar ve bileşenleri gibi) ya da büyük ve ağır (yıldızlar ve galaksiler gibi) şeyler üzerinde çalışırlar, aynı anda her ikisinin de üzerinde çalışmazlar.
Bu da ya yalnızca kuantum mekaniğini ya da yalnızca genel göreliliği kullanmaları gerektiği, diğerinin uyarı ikazlarına şöyle kaçamak bir bakış atıp omuz silkebildikleri anlamına geliyor.
Elli yıldır, bu yaklaşım cehalet kadar neşe dolu olmadı, fakat ona epeyce yaklaştı.

Fakat evren, uçlarda olabilir.
Bir kara deliğin merkezindeki derinliklerde, muazzam bir kütle çok çok küçük boyutlara iner.
Büyük Patlama sırasında evren, yanında bir kum tanesinin dev gibi kaldığı mikroskobik boyutlarda bir kütleden doğmuştu.
Bunlar küçük, fakat inanılmaz derecede kütleli alanlardır, dolayısıyla hem genel göreliliğin hem kuantum mekaniğinin eş zamanlı olarak devreye girmesini gerektirirler.
İlerledikçe giderek açıklık kazanacak sebeplerden ötürü, genel görelilik ile kuantum mekaniği denklemleri birleştiklerinde, su kaynatmış bir otomobil gibi sarsılır, takırdar, buharlar çıkarır.
Bu kadar süslemeden söyleyecek olursak, iyi kurgulanmış fizik soruları, bu iki kuramın mutsuz birleşmesinden saçma cevaplar çıkmasına neden olur.
Kara deliklerin derinliklerini ve evrenin başlangıcını bir gizem perdesinin ardında tutmak istiyor olsanız da, kuantum mekaniği ile genel görelilik arasındaki karşıtlığın daha derin bir anlayış beklediğini hissetmekten kendinizi alamazsınız.

Evren gerçekten de en temelden bölünmüş; şeyler büyük olduğunda başka yasaları, küçük olduğunda başka yasaları gerektiriyor olabilir mi?
Kuantum mekaniği ile genel göreliliğin saygıdeğer yapıları ile kıyaslandığında genç bir yapı olarak karşımıza çıkan süpersicim kuramı, yankılanan bir hayırla cevap veriyor bu soruya.
Tüm dünyada fizikçiler ile matematikçilerin son on yıl içinde yaptığı yoğun araştırmalar, maddeyi en temel düzeyde betimleyen bu yeni yaklaşımın genel görelilik ile kuantum mekaniği arasındaki gerilimi çözdüğünü ortaya koyuyor.
Aslına bakarsanız süpersicim kuramı daha da fazlasını gösteriyor.
Bu yeni çerçevede, kuramın anlamlı olabilmesi için genel görelilik ile kuantum mekaniği birbirini tamamlıyor.
Süpersicim kuramına göre, büyük olana dair yasalarla küçük olana dair yasaların evliliği yalnızca mutlu değil, aynı zamanda kaçınılmaz bir birlikteliktir.
Bu iyi haberin bir kısmı.

Süpersicim kuramı -kısaca sicim kuramı- bu birlikteliği dev bir adım daha öteye taşıyor.
Einstein otuz yıl boyunca birleşik bir fizik kuramı, doğanın bütün kuvvetleri ile maddi bileşenlerini tek bir kuramsal dokumada birleştirecek bir kuram arayıp durdu.
Bulmayı başaramadı.
Bugün, yeni binyılın şafağında, sicim kuramı yandaşları bu ele geçmez, bütünlüklü dokumanın ipliklerinin nihayet ortaya çıkarıldığını iddia ediyor.
Sicim kuramı, evrendeki bütün mucizevi olayların -atomaltı kuarklarm çılgın dansından, birbirlerinin etrafında dönen çift yıldız sistemlerinin gösterişli valsine, Büyük Patlama’nın ilk ateş topundan göklerdeki galaksilerin muhteşem girdabına varıncaya dek- hepsinin, tek bir büyük fiziksel ilkenin, tek bir temel denklemin yansımaları olduğunu gösteriyor.

Sicim kuramının bu özellikleri uzay, zaman ve madde anlayışımızı ciddi biçimde değiştirmemizi gerektirdiğinden, bunlara alışmak, rahatça sindirebilir hale gelmek biraz zaman alacak.
Fakat, bağlamına yerleştirildiğinde açıklık kazanacağı üzere, sicim kuramı, fizik alanında son yüzyılda yapılmış devrimci keşiflerin ciddi ve doğal bir ürünü olarak beliriyor.
Aslına bakarsanız genel görelilik ile kuantum mekaniği arasındaki çatışmanın da, geçen yüzyılda karşı karşıya kalınan, çözümleri evreni kavrayışıımzın hayret verici bir biçimde değişmesiyle sonuçlanan temel çatışmalar dizisindeki ilk değil üçüncü çatışma olduğunu da göreceğiz.

Üç Çatışma

1800′lerin sonu gibi uzak bir tarihte görebildiğimiz ilk çatışma, ışığın hareketinde görülen şaşırtıcı özelliklerle ilgiliydi.
Kısaca şöyle açıklayabiliriz: Isaac Newton’un hareket yasalarına göre, yeterince hızlı koşarsanız hareket halindeki bir ışık demetine yetişebilirsiniz; James Clerk Maxwell’in elektromanyetizma yasalarına göreyse yetişemezsiniz.
Einstein bu çatışmayı özel görelilik kuramıyla çözdü, bunu yaparken de uzay ve zaman anlayışımızı tümüyle alt üst etti.
Özel göreliliğe göre, uzay ve zaman artık değişmeyen, herkesin aynı şekilde deneyimlediği evrensel kavramlar olarak düşünülemez.
Einstein’ın yeniden işlediği biçimiyle uzay ve zaman, biçimleri ve görünümleri insanın hareket haline bağlı olan şekillenebilir yapılar olarak karşımıza çıkar.
Özel göreliliğin geliştirilmesi, çok geçmeden ikinci çatışmaya zemin hazırlamıştır.
Einstein’m çalışmasından çıkan sonuçlardan biri şuydu:

Hiçbir nesne -aslına bakarsanız olumlu ya da olumsuz hiçbir etkiyle- ışık hızından daha hızlı yol alamaz.

Fakat Nevvton’un deneysel olarak başarılı olmuş ve sezgisel olarak hoşa giden evrensel kütleçekimi kuramı, etkilerin uzayda geniş mesafelerde anında aktarılmasını gerektiriyordu.
1915′te ortaya koyduğu genel görelilik kuramıyla yeni bir kütleçekimi kavrayışı sunarak devreye girip çatışmayı çözen yine Einstein oldu.
Özel göreliliğin daha önceki uzay ve zaman kavrayışlarını alt üst etmesinde olduğu gibi, bu kez de genel görelilik, önceki uzay ve zaman kavrayışını alt üst etti.
Uzay ve zaman, hareketlilik durumundan etkilenmekle kalmıyor, madde ya da enerjinin varlığına bağlı olarak yamulabiliyor ve eğrilebiliyordu.
Uzay ve zamanın dokusundaki bu tür çarpılmalar göreceğimiz üzere kütleçekimi kuvvetini bir yerden diğerine aktarıyordu.
Dolayısıyla uzay ve zaman artık, üzerinde evrendeki olayların gerçekleştiği atıl bir zemin olarak düşünülemeyecekti; aksine özel ve sonra da genel görelilik kuramlarıyla birlikte olayların içindeki oyuncular haline gelmişlerdi.

Sahne bir kez daha baştan alındı: Genel göreliliğin keşfi bir çatışmayı çözerken bir diğerine yol açtı.
1900′den beri 30 yıldır, fizikçiler, 19.yüzyılın fizik kavrayışlarının mikroskobik dünyaya uygulanması halinde baş gösteren birtakım belirgin sorunlara cevaben kuantum mekaniğini geliştirmekteydi.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, üçüncü ve en derin çatışma, kuantum mekaniğiyle genel görelilik arasındaki uyumsuzluktan doğdu.

Genel göreliliğin ortaya koyduğu uzayın yumuşak kıvrımlı geometrik biçimi, kuantum mekaniğinin anlattığı, evrenin çılgın, bulanık, mikroskobik davranış biçimiyle sürekli bir uyumsuzluk içindedir.
Sicim kuramının bir çözüm önerdiği 1980′lerin ortalarına dek, bu çatışma haklı olarak modern fiziğin ana sorunu olarak nitelenmiştir.
Dahası, özel ve genel göreliliğin üzerine kurulan sicim kuramı da, uzay ve zaman kavrayışlarımızın ciddi biçimde yenilenmesini gerektirmiştir.
Örneğin birçoğumuz evrenimizin üç uzamsal boyutu olduğunu kabul ederiz.
Fakat sicim kuramına göre durum böyle değildir; sicim kuramı evrenimizin gözle görülenlerden daha fazla boyuta -kozmosun katlanmış dokusu içinde sıkıca kıvrılmış boyutlara- sahip olduğunu öne sürer.
Uzay ve zamanın doğasıyla ilgili bu dikkat çekici görüşler o kadar merkezi bir önem taşır ki, bundan sonra söyleyeceğimiz her şeyde bunları kılavuz tema olarak kullanacağız.

Sicim kuramı, gerçekten de, Einstein’dan bu yana uzay ve zamanın hikâyesidir.
Sicim kuramının aslında ne olduğunu takdir edebilmek için, bir adım geri atıp geçen yüzyılda evrenin mikroskobik yapısına dair ne öğrenmiş olduğumuzu kısaca betimlememiz gerekiyor.
En Küçük Haliyle Evren: Madde Hakkında Bildiklerimiz Eski Yunanlılar, evrendeki her şeyin atom dedikleri, küçük, “bölünemez” bileşenlerden yapıldığını varsaymışlardı.
Alfabe kullanılan bir dilde, muazzam sayıda sözcüğün, az sayıda harfle oluşturulmuş zengin kombinasyonlardan meydana gelmiş olması gibi, engin bir varlık gösteren maddi nesnelerin de az sayıdaki ayrı, temel yapıtaşlarından oluşmuş kombinasyonlar olabileceği tahmininde bulunmuşlardı.
İleriyi gören bir tahmin olmuş bu.
En temel birimlerin kimliği, sayılamayacak kadar çok değişiklikten geçmiş olsa da, 2000 yıl sonra hâlâ bunun doğru olduğuna inanıyoruz.

19.yüzyılda bilim insanları oksijen ve karbon gibi tanıdık maddelerin birçoğunun tanınabilir, en küçük bir bileşeni olduğunu gösterdi; Yunanlıların geleneğine uyarak bu bileşene atom dediler.
İsim tuttu, ama tarih bunun yanlış bir isimlendirme olduğunu gösterdi, zira atomlar tabii ki “bölünebiliyordu.”
1930ların başında J.J.Thomson, Ernest Rutherford, Niels Bohr ve James Chadwick’in kolektif çalışmalarıyla birlikte, hepimizin aşina olduğu Güneş sistemine benzer bir atom modeli geliştirildi.
Atomlar maddenin en temel bileşeni olmak şöyle dursun, yörüngede dönen elektronlarla çevrelenmiş protonlar ve nötronlar içeren bir çekirdek taşıyordu.
Bir süre, birçok fizikçi protonlar, nötronlar ve elektronların Yunanlıların “atomları” olduğunu düşündü.
Fakat 1968′de, Stanford Doğrusal Hızlandırıcı Merkezi’ndeki araştırmacılar, teknolojinin artan kapasitesinden yararlanarak maddenin mikroskobik derinliklerini araştırırken, protonlar ve nötronların da temel bileşenler olmadığını gördüler.
Aksine her birinin kuark denilen -daha önceden bu parçacıkların varlığını varsayan kuramsal fizikçi Murray Gell-Man’in James Joyce’un Finnegan’s Wake adlı romanındaki pasajdan aldığı mizahi bir isimdi bu- daha küçük üç parçadan daha oluştuğunu gösterdiler.
Deneyi gerçekleştirenler kuarkların da iki çeşit olduğunu doğruladı; bunlara pek o kadar yaratıcılığa kaçılmadan yukarı kuarklar ve aşağı kuarklar dendi.

Bir proton iki yukarı kuarkla, bir aşağı kuarktan oluşur; bir nötronsa iki aşağı kuarkla bir yukarı kuarktan.
Maddelerin dünyasında ve yukarıda göklerde gördüğünüz her şey, elektron, yukarı kuark ve aşağı kuark kombinasyonlarından oluşur.
Bu üç parçacığın daha küçük bir şeylerden yapıldığını gösteren deneysel bir kanıt yoktur.

Fakat birçok kanıt, evrenin parçacık türü başka bileşenleri olduğunu göstermektedir.
1950′lerin ortalarında Frederick Reines ve Clyde Cowan nötrino denilen dördüncü bir tür temel parçacığın varlığına dair kesin deneysel kanıtlar buldular; 1930′ların başında Wolfgang Pauli tarafından varlığı tahmin edilen bir parçacıktı bu.
Nötrinoları bulmak çok güç oldu, çünkü bunlar başka maddelerle nadiren etkileşime geçen hayaletsi parçacıklardır: Ortalama düzeyde enerjiye sahip bir nötrino, trilyonlarca kilometre kurşunun içinden, onun hareketini bir nebze olsun etkilemeksizin kolayca geçip gidebilir.
Bu sizi epeyce rahatlatmalı, çünkü siz bu satırları okurken, Güneş’in uzaya saldığı milyarlarca nötrino, kozmostaki yalnız seyahatlerini sürdürürken, vücudunuzdan ve yerkürenin içinden geçip gidiyor.
1930′ların sonunda, kozmik ışınlar (dış uzaydan Dünyaya yağan parçacık yağmurları) üzerine çalışmakta olan fizikçiler müon denilen başka bir parçacık keşfetti.
Kozmik düzende müonun varlığını gerektiren hiçbir şey, çözülmemiş bir bilmece, hazır edilmiş bir yer olmadığından, Nobel Ödüllü parçacık fizikçisi Isidor Isaac Rabi müonun keşfini hiç de şevkli olmayan “Bunu da kim sipariş etti.” sözleriyle karşılamıştı.
Ama ne yaparsınız vardı işte.
Arkası da gelecekti.

Daha da güçlü bir teknoloji kullanan fizikçiler, madde parçacıklarını giderek artan bir enerjiyle çarpıştırmayı, Büyük Patlama’dan bu yana hiç görülmemiş koşulları bir anlığına yaratmayı sürdürdü.
Enkazın içinde, giderek uzayan parçacık listesine ekleyecek yeni temel parçacıklar arıyorlardı.
İşte şunları buldular:

Dört kuark daha -çekici, tuhaf, alt ve üst kuarklar- elektronun tau denilen daha ağır bir kuzeni, ayrıca nötrinoya benzer özellikler gösteren başka iki parçacık daha (bugün elektron-nötrino denilen özgün nötrinoyla karıştırılmamaları için bunlara müon-nötrino ve tau-nötrino denmiştir).
Bu parçacıklar büyük enerji patlamalarıyla oluşturulmuşlardır ve ancak geçici bir ömürleri vardır: Genelde karşılaştığımız hiçbir şeyin bileşeni değillerdir.
Fakat hikâye burada bitmiyor.

Bu parçacıkların her birinin bir karşı parçacık partneri vardır; benzer kütleye sahip, fakat elektrik yükü (ayrıca aşağıda tartışacağımız başka kuvvetler bakımından yükleri) gibi başka bazı bakımlardan karşıt olan bir parçacık.
Örneğin bir elektronun karşı parçacığına pozitron denir; elektronla aynı kütleye sahiptir, ama elektronun elektrik yükü —l’ken onun elektrik yükü +l’dir.
Temasa geçtiklerinde madde ve karşı madde birbirlerini ortadan kaldırıp saf enerji ortaya çıkarabilirler; etrafımızdaki dünyada doğal olarak mevcut son derece küçük miktarda karşı madde bulunmasının sebebi budur.

Madde parçacıkları genellikle aile denilen üç gruba ayrılmaktadır.
Her aile iki kuark, bir elektron, elektronun kuzenlerinden birini ve nötrino türlerinden birini içerir.
Nötrino kütlelerinin değerleri, bugüne dek deneysel olarak belirlenememiştir.

Netice itibarıyla, fizikçiler bugün maddenin yapısını, metrenin milyarda birinin milyarda biri ölçeğinde araştırmışlar ve bugüne kadar karşılaşdan her şeyin -ister doğal ola­rak mevcut olsun, ister devasa atom çarpıştırıcılarda yapay ola­rak üretilmiş olsun- bu üç ailede yer alan parçacıkların ve on­ların karşı madde partnerlerinin bir kombinasyonundan oluştuğunu göstermiştir.
Bu parçacık ailelerine şöyle bir göz gezdirdiğinizde, Rabi’nin müonun keşfi karşısındaki şaşkınlığını daha iyi anlayacaksınız kuşkusuz.
Ailelerin düzenlenmesi, en azından düzenlilik benzeri bir şeyin var olduğunu gösteriyor, fakat birçok “neden” sorusu da gündeme geliyor.

Neden bu kadar çok temel parçacık var, özellikle de etrafımızdaki şeylerin büyük bir çoğunluğu sadece elektronları, yukarı-kuarkları ve aşağı-kuarkları gerektiriyormuş gibi görünürken?
Neden üç aile var?
Neden aile sayısı bir ya da dört ya da başka bir şey değil?
Neden parçacıkların kütlesel dağılımı görünüşte rasgele; örneğin taunun ağırlığı neden elektronun ağırlığının yaklaşık 3520 katı.
Neden üst kuarkın ağırlığı, yukarı-kuarkın ağırlığının yaklaşık 40.200 katı?
Bunlar tuhaf, görünüşte rasgele rakamlardır.
Şans eseri mi mevcutturlar yoksa ilahi bir tercih yüzünden mi, yoksa evrenimizin bu temel özelliklerinin anlaşılabilir bir bilimsel açıklaması var mıdır?
Kuvvetler ya da Foton nerede?

Doğadaki kuvvetleri düşündüğümüzde işler daha da karışıyor.
Etrafımızdaki dünya etki yaratma araçlarıyla doludur: Toplara sopalarla vurulabilir, bungee meraklıları yüksek platformlardan kendilerini yere doğru bırakır, mıknatıslar süper hızlı trenleri metal rayların üzerinde tutar, Geiger sayaçları radyoaktif maddeye tepki verir, nükleer bombalar patlayabilir.
Şiddetli bir biçimde iterek, çekerek ya da sarsarak; onlara başka nesneler fırlatarak ya da ateşleyerek; çekiştirerek, bükerek ya da parçalayarak; dondurarak, ısıtarak ya da yakarak nesneleri etkile­ebiliriz.
Geçen yüzyıl içinde fizikçiler, çeşitli nesneler ve maddeler arasındaki bütün bu etkileşimlerin, ayrıca her gün karşılaştığımız milyonlarca etkileşimin, dört temel kuvvetin kombinasyonuna indirgenebileceği yolunda giderek artan sayıda kanıt topladı.

Bu kuvvetlerden biri kütleçekimi kuvvetidir.
Diğer üçü elektromanyetik kuvvet, zayıf kuvvet ve güçlü kuvvettir.
Kütleçekimi en tanıdık kuvvettir, bizi Güneş’in etrafında yörüngede tutar, ayrıca ayağımızın yere sağlam basmasını sağlar.
Bir nesnenin kütlesi, ne kadar çekim kuvveti uygulayabileceği ve hissedebileceğiyle ölçülür.
Elektromanyetik kuvvet, dört kuvvet arasında en tanıdık ikinci kuvvettir.
Modern hayatın sunduğu bütün rahatlıkların -ampuller, bilgisayarlar, televizyonlar, telefonlar- itici gücüdür; ışıklar saçan fırtınalar ve bir insan elinin yumuşak dokunuşundaki tuhaf kudretin temelinde yatar.
Mikroskobik olarak, bir parçacığın elektrik yükü, kütlenin kütleçekimi açısından oynadığı rolün bir benzerini elektromanyetik kuvvet açısından oynar: Bir parçacığın elektromanyetik olarak ne kadar kuvvet açığa çıkarabileceğini ve ne kadar karşılık verebileceğini belirler.
Güçlü ve zayıf kuvvetler o kadar tanıdık değildir, çünkü güçleri atomaltı mesafe ölçekleri dışında her yerde hızla azalır; bunlar nükleer kuvvetlerdir.
Bu iki kuvvetin bu kadar yakın dönemde keşfedilmiş olmasının sebebi de budur.
Güçlü kuvvet, kuarkların protonların ve nötronların içinde “yapışık” durmasını, protonlar ve nötronların atom çekirdekleri içinde bir arada sıkışık durmasını sağlar.
Zayıf kuvvet, uranyum ve kobalt gibi maddelerin radyoaktif bozunmasından sorumlu kuvvet olarak tanınır daha çok.
Geçen yüzyıl içinde fizikçiler bütün bu kuvvetlerde ortak olan iki özellik buldular.

İlki,mikroskobik düzeyde bütün kuvvetlerin kuvvetin en küçük demeti ya da paketi olarak düşünebileceğiniz birleşik bir parçacığa sahip olmasıdır.
Bir lazer ışını ateşlerseniz -”elektromanyetik bir ışın tabancası”- bir foton akımı, elektromanyetik kuvvetin en küçük demetlerini ateşlersiniz.
Keza, zayıf ve güçlü kuvvet alanlarının en küçük bileşenleri de zayıf ayar bozonları ile glüonlardır.
Glüonları atom çekirdeklerini bir arada tutan kuvvetli bir tutkalın mikroskobik bileşenleri olarak düşünebilirsiniz.
1984′e gelindiğinde deneyciler, bu üç tür kuvvet parçacığının varlığını ve ayrıntılı özelliklerini kesinleştirmişlerdi.
Fizikçiler kütleçekimi kuvvetinin de birleşik bir parçacığı -graviton- olduğuna inanıyor, fakat bu parçacığın varlığı deneysel olarak henüz doğrulanmış değildir.

Kuvvetlerin ikinci ortak özelliği şudur: Kütlenin, kütleçekimin bir parçacığı nasıl etkileyeceğini belirlemesinde, elektrik yükünün de elektromanyetik kuvvetin bir parçacığı nasıl etkileyeceğini belirlemesinde olduğu gibi, parçacıklar, güçlü ve zayıf kuvvetler tarafından nasıl etkileneceklerini belirleyen belli miktarlarda “güçlü yük” ve “zayıf yük”e sahiptir.
Fakat tıpkı parçacık kütleleri bakımından söz konusu olduğu gibi, deneysel fizikçilerin bu özellikleri titizlikle ölçmüş olması gerçeği dışında, evrenimizin neden bu özel parçacıklardan, bu özel kütlelerden ve kuvvet yüklerinden oluştuğuna, kimse bir açıklama getirebilmiş değildir.
Ortak özellikleri bir tarafa, sadece temel kuvvetlerin incelenmesi bile yalnızca soruların ağırlığını artırıyor.

Neden dört temel kuvvet var.
Neden beş ya da üç ya da belki de yalnızca bir kuvvet yok?
Neden kuvvetlerin böyle farklı özellikleri var?
Neden bu kuvvetlerin içkin gücünde böyle muazzam bir yayılma var?

Bu son soruyu değerlendirebilmek için sol elinizde bir elektron, sağ elinizde bir başka elektron tuttuğunuzu, benzer elek­trik yüküne sahip bu parçacıkları bir araya getirdiğinizi düşünün.
Karşılıklı kütleçekimleri yaklaşmalarını desteklerken, elektromanyetik iticilikleri de onları ayırmaya çalışacaktır.
Hangisi daha güçlüdür?
Burada yarışa yer yoktur: Elektromanyetik itiş 1042 kere daha kuvvetlidir! Sağ kolunuz kütleçekimi kuvvetinin gücünü temsil ediyorsa, sol kolunuzun elektromanyetik kuvvetin gücünü temsil edebilmek için bilinen evrenin kıyısının ötelerine ulaşması gerekir.
Etrafımızdaki dünyada, elektromanyetik kuvvetin kütleçekimi tümüyle aşmamasının tek sebebi, çoğu şeyin eşit miktarda pozitif ve negatif elektrikle yüklü olması, bu yüklerin kuvvetlerinin birbirini iptal etmesidir.
Öte yandan kütleçekimi her zaman çeken bir kuvvet olduğundan, benzer bir iptal söz konusu değildir; daha fazla şey daha büyük bir kütleçekim kuvveti anlamına gelir.
Fakat esasen, kütleçekimi son derece zayıf bir kuvvettir.
Graviton’un varlığını deneysel olarak doğrulamanın güçlüğü bu olguyla açıklanır.
En zayıf kuvvetin en küçük demetini aramak hayli zor bir iştir.
Deneyler güçlü kuvvetin elektromanyetik kuvvetten yüz kat, zayıf kuvvetten de yüz bin kat daha güçlü olduğunu göstermiştir.

Peki, evrenimizin bu özelliklere sahip olmasının mantığı nerededir?

Bazı ayrıntıların neden şöyle değil de böyle olduğu üzerine aylak aylak felsefe yapmaktan ileri gelen bir soru değildir bu; maddenin ve kuvvet parçacıklarının özellikleri bir parça bile değiştirilseydi, evren çok farklı bir yer olurdu.
Örneğin periyodik tablodaki yüz kadar elementi oluşturan kararlı çekirdeklerin varlığı, güçlü kuvvetle elektromanyetik kuvvetin güçleri arasındaki hassas orana dayanır.
Atom çekirdeklerinin içindeki protonların hepsi de birbirini elektromanyetik olarak iter; protonların bileşeni olan kuarkları etkileyen güçlü kuvvet, şükürler olsun ki, bu itkiyi yener ve protonları sıkıca bir arada tutar.
Fakat bu kuvvetlerin göreli güçlerindeki küçücük bir değişiklik bile aralarındaki dengeyi kolayca bozacak ve atom çekirdeklerinin çoğunun çözülmesine yol açacaktır.
Dahası elektronun kütlesi, olduğundan birkaç kat daha büyük olsaydı, elektronlar ve protonlar nötronlar oluşturma eğiliminde olurlar,çekirdeklerini yutarlar, böylece daha karmaşık elementlerin ortaya çıkmasını engellerlerdi.

Yıldızlar, kararlı çekirdekler arasındaki füzyona dayanır ve oluşumları da temel fizik koşulları açısından değişik durumlar oluşturmaz.
Kütleçekimi kuvvetinin gücü yıldızların oluşumunda da rol oynar.
Bir yıldızın merkezinde bulunan çekirdekteki maddenin ezici yoğunluğu, yıldızın nükleer ocağını besler ve sonuçta oluşan yıldız ışığına yol açar.
Kütleçekimi kuvvetinin gücü artsaydı, yıldız kümelenmesi daha sıkı bir biçimde birbirine bağlanır, bu da nükleer tepkimelerin oranında ciddi bir artışa neden olurdu.
Fakat tıpkı parlak bir alevin yakıtını, ağır ağır yanan bir muma nazaran daha hızlı tüketmesinde olduğu gibi, nükleer tepkime oranındaki bir artış da Güneş gibi yıldızların daha hızlı yanıp tükenmesine yol açardı ki, bunun da bildiğimiz biçimiyle hayatın oluşumu üzerinde yıkıcı bir etkisi olurdu.

Öte yandan kütleçekimi kuvvetinin gücü azalsaydı, madde bir arada kümelenmezdi, bu da yıldızların ve galaksilerin oluşumunu engellerdi.
Devam edebiliriz, fakat fikir gayet açıktır: Evren olduğu gibidir çünkü madde ve kuvvet parçacıkları sahip oldukları özelliklere sahiptir.

Peki, neden bu özelliklere sahip olduklarının bilimsel bir açıklaması var mıdır?

29 Haziran 2011 Çarşamba

Evrimi Başlatmak

Hadi felsefenin dibine vuralım..
Ama şehre küstü(taşra) felsefesinin..
Tanrı her şeyi yaratmadan önce biliyor muydu?
Neyi biliyor muydu?
Yaratıp yaratmayacağı mı?
Herhalde bunu bilmek için Tanrı olmak lazım?
Bir doktorun neyi bilip neyi bilmediğini bilmek için doktor olmak lazım..
Bir boksörün neyi bilip neyi bilmediği herhalde en iyi ringte anlaşılır, ama bunun için de boksör olmalısınız..
Eğer değilseniz, karşınızdaki boksörün çok fazla şey bildiğini anlayacak kadar şuurlu kalamayacağınızı garanti ederim..
Şunu demek istiyorum aslında, karşımızdakinin bilgisi en fazla bizim bildiğimiz kadardır..
Yani nacakla kılı ikiye ayıramazsınız, en azından elinizde kıldan ince bir alet ve onu iyi görebilecek bir sensör olmalı..
Bu açıklamalardan sonra devam etmek daha sıhhatli..

Burada enterasan bir şey var; evrim olmasaydı Tanrı kavramı olmayacaktı, dersem itiraz olabilir mi?
Sanmıyorum, ama belki diyerek açık kapı bırakalım..
İtiraz mahal vermeyecek bir gerçek, değişimin yani evrende evrimin her an olduğudur.
Sadece biyolojik evrime indirgeyerek değil bindirgeyerek söylüyorum bunu, yani evrenin her anı, bir önceki an ile aynı değildir.
Dolayısı ile değişmeyen tek değişimin kendisidir klasiğini kullanmanın tam zamanı..
Eğer değişim esas ise, ortaya bir Tanrı kavramının çıkacağı kaçınılmaz olur, zaten öyle de olmuş.
Öyle ise bu değişimi Başlatan her ne ise, var olan her şeyin olacağını biliyordu, dememi engelleyecek ne var?

Burada bir çelişki varmış gibi duruyor?
Çünkü değişmeyen ve her an olan şeyin değişim olduğunu söylemiştim.
Öyle ise bunu Başlatan diye bir tabir kullanamam, kullanmamam gerekir..
Eğer değişimim ezelden ebede hep var olduğunu varsayarsam, başlatılmasını varsaymak çelişki doğurur.
Gerçi "evrende" değişim demiştim ve evrenin, en azından baryonik evrenin bir başlangıcı olduğunu biliyoruz.
Tabi burada evren demekle ne kast ettiğimizde mühim..
Ne bu detaylara, ne mikro kozmosun sağduyumuza vurgun yediren kuantum deryasına girmeceğim.
Çelişkiyi gidermek için biraz kelime çok az da rakamlara sığınacağım;

Değişim nedir?
Bir değişim olduğunu nasıl anlarız?
Çok basit, ilk durum ile son durum bir birinden farklı ise değişim olmuştur deriz.
Peki durum değişikliği için ne olmak zorunda?
Minumum düzeyde de olsa bir hareket olmak zorunda..
Yani bir harekete, daha bilimcesi bir kinetik enerjiye ihtiyacımız var..
Ama biz şunu biliyoruz;

Dış kuvvetler etkisi ile mekanik enerji kaybının olmadığı sitemlerde mekanik enerji toplamı sabittir, yani;
Toplam enerji değişimi = Kinetik enerji değişimi + Potansiyel enerji değişimi = 0
ΔK+ΔU=0
Yani daha avam bir tabirle, hareket hep var olamaz..
Hareketi yine hareket başlatır veya değişimi değişim başlatır demek de olası değil..
Çünkü o zaman değişimin hep var olmadığını kabul etmiş oluruz.
Öyle diyemiyoruz, böyle de diyemiyoruz, öyle ise en makul çözüm, değişimi, değişimin kendisinden bağımsız bir Başlatan ı varsaymak olacak gibi duruyor..

Peki başlangıç yapıldıktan sonra bütün bu olan her şeyin olmaması düşünülebilir mi?
Bence düşünülemez, çünkü bunu düşünen bizler olmazdık..
Var olan her şey olması zorunlu bir bir olasılığın eseri..
Bu olasılığın olması olası olmasaydı zaten bir olasılık olmazdı..
Olasılık varsa, olasılıksızlık yoktur, yani zorunludur.
Öyle ise her şeyi Başlatan, her şeyi biliyordu..

Özgür Köleler

Elma nedir?
Hiç elma görmemiş birine bunu anlatmak çok zordur.
Hiç meyve görmemiş birine bunu anlatmak daha da zordur.
Elmayı elma yapan şey diğer bütün şeylerden onun farkıdır, farklılıklarıdır.
Ama bizler tariflerimizi bu farklılıkları dile getirmeden kestirmeden yaparız.
Örneğin elma, armut olmayandır, ütü olmayandır, x olmayandır demeyiz.
Eğer sorucu hiç meyve görmemiş ise elmayı önce bitki katogorisine sokarız.
Ki bitkinin de ne olması gerektiğini bilmelidir.
Eğer meyve gördü ise meyve katagorosine sokarız.
Aslında bunun en kolay ve kestirme yolu sorucuya bir elma verip tattırmaktır.

Elmayı elma yapan elmanın diğer herşeyden farklarıdır demiştik.
Peki iki elmayı birbirinden farklı yapan nedir?
Rengi, şekli, ağırlığı... ve belkide tadı..
Atom sayılarına varıncaya kadar birbirinin aynısı olan iki elma üretilebilir mi?Belki..
Peki bunların arasında bir fark varmıdır?Elbette vardır.
Çünkü ikiside birbirlerinin içine geçmedikleri sürece evrende farklı yerler işgal ederler.
Dolayısı ile yukarıda saydığım bir çok özellik yanında bizim "iki elma" dememize sebep elmaların farklı konumlarıdır.

Şimdi elmayı unutmayarak atomların arasına girelim.
Bir oksijen atomu ile diğer oksijen atomu birbirinin aynısı mıdır?
Eğer iki atomdam bahsediyorsak değildir.Çünkü uzayda farklı yerler işgal ediyorlar.
Peki bulundukları konumu muhafaza ediyorlar mı? Kesinlikle hayır.
İşte atomların bulundukları konumlarını değiştirmesinden bizim bugün isimlendirdiğimiz ve hatta isimlendiremediğimiz nesneler, kısacası elma, bizler,herşey...evren oluşmuş ve oluşuyor.

Yine elmayı unutmayarak bir atomun içine girelim.
Yalnız atomun içindeki işler-işlerlikler, dışında olanlara nazaran biraz farklı.
Yani bir elma durup dururken ortadan kaybolmuyor ama atomu oluşturan parçacıklar durup dururken ortadan kaybolabiliyor.
Fakat şöyle bir denge var:ortadan kaybolan parçacık yerine bir başka parçacık ortaya çıkıyor.
Bu enerjinin korunumu yasasını oluşturuyor.
Bir başka parçacık diyorum, çünkü ortadan kaybolan ve ortaya çıkan parçacığın tam olarak yerini bilemiyoruz.
Şöyle de diyebiliriz:Kuantum kuramına göre, uyarılmış durumdaki bir atom en düşük enerjili duruma ne zaman geçeceği tahmin edilemeyen bir anda dışarıya bir foton atarak geçer.
Dışarıya atılan foton o andan önce neredeydi?" sorusunun yanıtıysa "hiçbir yer"dir.
Foton geçiş anında yaratılır.

Yine önceden bilinemeyen bir anda radyoaktif bir çekirdek beta bozunumuna uğrar; yani birbaşka çekirdek, bir elektron ve bir nötrinoya bozunur.
"Bu andan önce elektron ve nötrino neredeydiler?" sorusunun yanıtı yine "hiçbir yer"dir.
İkisi de bozunum anında yaratılır.

Bir atom bir fotonu soğurur ve uyarılmış bir duruma geçer. "Soğurmadan sonra foton nerede?" sorusunun yanıtı yine "hiçbir yer".Foton artık yok.
Peki parçacıkların nasıl yaratılıp nasıl yok olduklarını açıklayan bir kuram var mı?
Evet, kuantum alan kuramı.. Kuantum alan kuramı fotonlar, elektronlar, pozitronlar, protonlar, nötronlar, mezonlar ve diğer her tür parçacığın yaratılışı, yok edilmesi ve saçınması ile ilgili olasılıkları hesaplamak için kullanılan bir tekniktir.
Yani bir elma nedir dediğimizde, aslında sadece elementer parçacıkların hareketin ibaret bir nesnedir.
Biz ona elma diyoruz..

Bütün bunlar şu an bizim evrenimizde olmaktadır.
Her yerde ve her şeyde, bir elma da ve hatta şu an beyninizin içinde bile..
Kabaca bakıldığından aslında her an bedenimizde kuantum mekaniksel olaylar işler.
Kumsalda güneşlenirken bronzlaşma, dış dünyadaki nesneleri görme kuantum mekaniksel olaydır.
Güneş ışınları ya da göze (retina tabakasına) gelen ışınlar kuantum temel parçacığı olan fotonlardır ve frekansının, Planck sabiti ile çarpımı kadar enerji aktarır.
Planck sabiti olan her denklem kuantum mekaniksel bir denklemdir.
Yine aynı mekanizma ile derimizde aktif vitamin D3 oluşur...
Ek olarak fotosentez de başlı başına kuantum mekanik bir enerji dönüşümüdür.
Bütün bunlar kuantum fotokimyasal tepkimelerdir.

Biraz daha detaya girmek yazıyı uzatmasının yanında açıklayıcı olur:


Bilgi işlemedeki temel birimler sinir hücreleri (nöron) olmayabileceği yönünde kanıtlar paralelinde devam edelim.
Temel işlem birimleri mikrotübüler tübülinler ya da dendrit üzerindeki dikensi çıkıntıların olabileceği yönünde kanıtlar vardır.
Diğer yandan, klasik bilgilere göre, kalsiyum ve potasyum gibi iyonlar kendilerine ait iyon kanallarından seçici olarak geçerler.
Ve her iyon bir iyon kanalından geçer. Ancak, kuantum fiziksel açıdan bakıldığında bir iyon sadece bir iyon kanalından geçerek etki etmez.
Bir iyon, bir iyon kanalından geçmesine karşı, diğer komşu iyon kanalları üzerinde de belli bir etkide bulunur.
Beynin en önemli özelliği, bütüncül beyin çalışması ve eşdurum halidir.
Bu eşdurum halini ve bütüncül beyin çalışmasını sadece sinir hücrelerinin oluşturduğu, basit iyon geçişleri ile birbirine bağlanan ağlarla açıklamak zor görünmektedir.

Kuantum fiziğinde her bir parçacık bağımsız değildir.
Uzaktan etki ile diğer parçacıklarla da etkileşim içindedir.
Bir parçacığın durumundaki bir değişiklik diğerinin durumunu da anında belirler.
Örneğin, n sayıda parçacıktan oluşan bir sistemdeki parçacıklardan birindeki bir değişim, 2n parçacığın durumunu anında etkiler.
Bu vuduu büyüsü gibidir. Arada bir bağ yoktur ve etkileşim uzaklıktan bağımsızdır.
Beyindeki sinir ileticileri ve iyonlar aynı zamanda bu etki altındadır.
Sonuçta, her bir iyon kısa mesafeli ve mesafeden bağımsız olarak birbiri ile karşılıklı ilişkidedir.

Bütün detayları bilmesek te olur, tümelden tikele gidebiliriz..
Beynimiz atomlardan, atomlar elementer parçacıklardan, parçacıklar saf enerjiden oluşur.
Her düşüncemizi, her hareketimizi, her duygumuzu... herşeyimizi bu saf enerjinin önceden kestirilemeyen değişimlerine bağlayabilirmiyiz?
Başka seçeneğimiz yok gibi..

Ancak şurada bir seçim yapabiliriz; bu enerji, yani biz, ya kontrol ediliyor ya da edilmiyor?
Aslında bu yapacağımız seçimide beynimiz ile yapacağız..
Korteximizin, amigdalamızın, limbik sistemimizin... olduğu beynimiz ile..
Neden bu bölümlerinin adlarını söyledim, çünkü bu beyin alanlarının inanç ve Tanrı kavramları ile yakından ilgili olduğu söyleniyor..Kısaca duygularımız diyelim..

Şunu da söylemek gerekli; şizofreni, epilepsi dediğimiz nörolojik hastalıklarda bu bölge ilgili..
Ancak buradan inanç alehine, inançsızlık lehine bir takım çıkarımlar yapabilmek pek mümkün değil..
Birbiri ile uyumsuz sonuçlar veren bir çok denemeler, deneyler mevcut..Bunlarda birisinin konumuzla alakası vardır..

Montreal Üniversitesi’nden nörobilimci Mario Beauregard, acaba beyinde bir Tanrı noktası var mıdır diye sorar..
Fonksiyonel manyetik rezonans imajlama kullanarak; denek rahibelerin Tanrıyı derinden düşündüklerinde aktif olan beyin bölgelerinin kesin yerini araştırmaktadır.
Mario Beauregard dan başka bir çok nörobilimci de bu soruyu sorup farklı inançlara sahip denekler üzerinde denemeler yapmışlar..
İşte bu denemelerden elde edilen veriler ışığında Beauregard, “İnsan beyninin temporal lobunda yegane yerleşmiş tek bir Tanrı noktası yoktur,’’ diye sonuca varmıştır.
Çünkü yapılan araştırmalarda her zaman aynı beyin bölgesi aktiviteleri gözlenememiştir..
Aslında işin daha enterasan tarafı var; düşünen beyin ile duygusal beyin iletişiminin DNA ile sıkı sıkıya bağlı olduğu düşünülüyor..
Bu noktada, başrahibe Diane nin Beauregard a verdiği cevap ilginçtir:
“Tanrı emirle çağrılmayı arzulamaz"
Belki de Tanrı dua ile çağırılmayı arzuluyor..
Gelir ya da gelmez demek, Schrödinger in kedisine ölü veya diri demek gibi bir şey..

Değiştirdiğim bir kitap alıntısı sonlandırmaya ve başlığa bağlamaya çalışayım:
Yaşamınızın kontrolü sizde değil!
Öyle olduğunu düşünebilirsiniz, ama yanılıyorsunuz.
Elbette ki kendi kararlarınızı kendiniz vermekte özgürsünüz.
Bu sayfayı kapatabilirsiniz.
O sandalyede oturmaya devam edebilirsiniz.
Ya da gözlerinizi oymak gibi çılgınca bir şey yapabilirsiniz.
Ne isterseniz yapabilirsiniz.
Ama sorun şurada: Ne isteyeceğinizi kontrol edemezsiniz.
Her davranışınızı önceden belirleyen arzularınız ruhunuzun o kadar derinlerine işlemiştir ki, onlara dikkat bile etmezsiniz.
Ve bu da sizi mükemmel bir köle yapar.
Bu nedenle, hayatınızı yaşamaya devam edin.
Ne isterseniz yapın.
Sadece 'isteklerinizin' tümüyle sizin kontrolünüzde olmadığı gerçeği üzerine kafanızı çok fazla yormamaya çalışın.
Ne yaparsanız yapın seçim siz değil seçimsizsiniz..
Hepimiz ya özgür köleleriz ya da tutsak efendileriz..